16 Şubat 2017

Kitap: Geçerken (Adalet Ağaoğlu)


YKY 1996 basımı
İlk baskı: Remzi Kitabevi, 1986


Yine sadece alıntıları yazıyorum buraya:


s.24 – (Tunç Okan'ın Otobüs filminden bahsediyor.)
Yapım, bu yeni değeri, kendilerine güvenleri bilinen pek çok nedenle sıfıra inmiş insanları 'barbar' sayan 'Batı'nın, burada sadece kapitalist dünyanın gerçek barbarlığını, bencillik ve yozluğunu iyi seçilmiş duraklarla üretiyor. (...) Yapımcı bu asal dokuya ne kötümserlik damgası yemekten korkarak bol oranda pembelik sürüştürmüş, ne de o güvensiz insanları, kitaplardan derleme üç devrimci söz, beş demir yumrukla içine fırlatıldıkları 'Avrupa değerleri'ni yere seren yüce kahramanlar olarak göstermiş. (...) Otobüs'te, ilericilik, devrimcilik adına devrim ticareti yapmaya yer yok. (Sanatın Özgür Dili, 1977)

s.33 – İç tedirginliklerini yenmek, kendisiyle kavgasına dayanabilmek için parasını türlü gezilere yatıran, geniş topraklarını köylülere dağıtmaya kalkan, yazarlığı serüvenlerinden değil de, serüvenleri yazar duyarlılığından kaynaklanan Kont Tolstoy'u, aynı duyarlığın itisiyle çok çok sorular sorduğu için sürgün edilen Puşkin'i, uslu uslu hukuk öğrenimi gördüğü halde sağlığının kötülüğü nedeniyle Rouen yakınlarında, annesinin dizinin dibinde oturup yazan Flaubert'i, başına bir şeyler geldiyse yazdıklarından ötürü gelmiş olan Zola'yı, beğensek de beğenmesek de yazınımızdan silip atamayacağımız Y.K. Karaosmanoğlu'nu, A.H. Tanpınar'ı, M.Ş.E.'yi, R.N. Gültekin'i; izlenebilecek en düz bürokrat çizgileri izlemiş bu yazarlarımızı ne yapacağız? Yazar birikimi salt, yaşamın niceliksel zenginlikler temeline mi dayanıyor? (Yazar Duyarlığı, 1977)

s.43 – Masaüstü'nden "geçerken" resmini ekle. (Benim Yöntemim Nerdeyse Yöntemsizlik, 1977)

s.65 – Kore'ye katılışın ekonomik ve siyasal bağımlılıklarımızın bir sonucu olduğu herhalde anlaşıldı. (Saf Okura Safiyane Kitaplar, 1979)

s.70 – "Yalnız kalmamak için bütün gece aynanın önünde oturdum," mu demiş Pavese? Birinci tür okur için, bunun da altı çizilebilir. Ertesi sabah, yalnızlığından yakınan biri, bir sorun gibi karşısına çıkarsa, "Sen ne diyorsun kardeşim? Asıl yalnız olan benim! Öylesine yalnızım ki, bütün gece aynanın karşısında oturdum," diyebilmek için. (Başucu Kitapları, 1979)

s.71 – Hayat üniversitesinin okuru için Pavese'nin başucu olmasının, "dün gece yalnız kalmamak amacıyla aynanın karşısında oturdum"un anlamı başkadır. O, bu kitabı alır, sayfaları açar, sözkonusu tümceyi okumadan görür neredeyse ve "Ee, Pavese, dostum, nasılsın?" der. "Bu gece ben, gerçekten yalnız olan birinin artık hiç yalnızlık duymayacağını düşünmekteyim, ne dersin?" (Başucu Kitapları, 1979)

s.71 – O filmdeki küçük kız ne güzel bir şey söylüyordu: Siz büyüklerin güldüğü her şeye ağlamak istiyorum, ağladığınız her şeye de gülmek geliyor içimden. (Hangi film acaba?) (Başucu Kitapları, 1979)

s.76 – Özveri, üretime katkı, yaratı, dürüstlük kavgası, kısaca direnç; çok geçmeden çıkarcılık, ödüncülük, üretime katkısızlık, kısacası dirençsizlik, her türlü uzlaşma ve çıkarcılık önerilerine karşı durmamış olmakla eşdeğer sayılacak; olumlu değerler de bireyin kendisine yabancılaştırılarak genel görünüme uydurulacaksa, kişi ortadan silinmenin karşıtı olan 'evet'i doğrulama gücünü, sürdürmek, yeniden başlamak gücünü nereden, niçin alacaktır? "Gelecekten, geleceğe duyduğu güvenden, tarihten..." demek, bu aşamada pek fazla bir şey demek olmuyor artık. Çünkü, ne denli inanırsak inanalım yarın, şimdide yaşanılanın tam karşıtı değil. Onun eşiti değil. Şimdinin somutluğuna karşın, yarın henüz soyut. Bilinçli ve dirençli dediğimiz insan, somut bir durumu, bu soyut olanla yüklenmeye ve taşımaya çalışıyor. Günlük dilde 'direniş' buna diyoruz. Ama insan daha da bilinçlendiğinde, aşkınlaştığında, 'evet'le uzlaşmayan 'mutlak ölümsüzlüğün' peşine düşecek, dahası, herhalde onun ta kendisi olacaktır. (Bir 'Yenilgi'nin İrdelenmesi, 1979)

s.76 – Ülkemizde, dün son kerte devingen olmuş olan pek çok sosyalistimizin bugün içine gömüldükleri sessizliği, salt siyasal ve toplumsal koşulların sonucu, zorunlu ve çok bilinçli bir bekleyiş olarak mı yorumlayalım? Yoksa örgütsüzlük ya da örgütlerin üst katlarındaki çatlamalara karşı ödünsüz, mutlak bir direniş olarak mı? (Bir 'Yenilgi'nin İrdelenmesi, 1979)

s.81 – Büyük, olağanüstü olayların desteğini seçmeden izleyiciyi kendine çekebilen, onunla ortaklaşalık kurabilen yapıtlar, yaratılmaları en güç yapıtlardır. (Edebiyatın Kendi Olayı, 1980)

s.83 - (...) edebiyat yazılı anlatıma dayanmaktadır, yani dışlaştırma yolu, kulak gibi, göz gibi -kuşkusuz çok, çok genel anlamda- herkese eşit dağıtılmış algılama yollarından geçmez. Edebiyat, görsel ve plastik sanatlar gibi, müzik gibi değil. Bize 'icazet'i verecek olanlara doğrudan ulaşamaz. Bir aracı gerektirir. Onların diline çevrilmeyi gerektirir. Bu da, önünde sonunda, İdil Biret'in piyanodaki parmaklarına başka parmakların karışması, fırçayı tutan ele başka bir elin değmesi, topa vuran ayağa başka ayakların sataşması demek...
Bir bakınız, hala Batı'ya karşı aşağılık duygularımız içinde nasıl garip şeyler oluyor: Dışarda, sözgelimi, kilise kadınları derneği bizi şakşaklarsa, ülkece seviniyoruz; içerde edebiyat adamlarımızla ciddi okur seçimine bile kuşkuyla bakıyoruz. Venedik'te pohpohlanmaya evet, İstanbul'da kutlanmaya hayır. (...) Dışarda bir başarı kazanılmışsa, sanki bunda büyük sermayenin hiç parmağı yok; içerde bir başarı kazanılmışsa, bunda mutlak büyük sermayenin parmağı var. Biz işte böyle, içerde birbirimizi yer, dışarda da Türk bayrağını Mercedes Benz kamyonunun önüne asıp garip numaralarla ve davulumuz zurnamız, çarığımız mestimizle göze girmeye çalışırız. (“Türk Romanının Bugünkü Görünümü?”, 1981)

s.85 – (Behçet Necatigil'den alıntı) Edebiyat anketini düzenleyen acımasızdır. Yazmayı alışkanlık yapıp çıkmış edebiyatçının beyanlarını yazıya geçirir, baskıya verir, yayar ve bir suç belgesi gibi, dosyasına koyar edebiyatçının söylediklerini. ("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?", 1981)

s.86 – Biz, başkalarının sürçmelerine, ille suçlu olmalarına ve paşa gönüller hoşnut kalsın diye suça itilmelerine; felaketi mutlak kendi dışımızda bulmaya, yoksa yaratmaya düşkün bir toplumuz. Bu yüzden çocuklarımızın daha suçlanmadan, hiç suçlanmayacakları zamanlarda bile savunuya hazır halleri beni hep düşündürmüştür. Tetikte, tetikte... Aman tetikte duralım! ("Kimleri Boşladım, Borçlarım Kimedir?", 1981)

s.90 – Bizde radyo oyun yazarlığı çok geç ortaya çıktı. Çıkmasıyla bugünü arasında da önemli bir birikim sağlayamadı. Bu alanda pek çok düzeysiz yayın, düzeyli çabaların da üstünü örttü. Böylece, usta bir ozanımızın usta bir ozanımızın radyo oyun yazarlığına verdiği emek üzerine eğilme gereği görülmedi. (Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle Okumak..., 1982)

s.93 – (Necatigil'den bahsediyor.) Her birimiz bu yola onun yarısı kadar emek verseydik, kimbilir, belki de çoğunluk bugün TV yayınlarımızdaki düzeysizliğe daha güç katlanırdı. (Necatigil'in Radyo Oyunlarını Kendi Şiirleriyle Okumak..., 1982)

s.100 – Yanılmıyorsam, "Roman öldü mü?" tartışmasını ilk ve en yoğun biçimde başlatan Fransa; ardından da Almanya. Oralara bakıyorsunuz: Uluslararası roman ödüllerine giderek en çok yer açan ülkeler bunlar. Başka ülkelerden, egzotik iklimlerden roman devşiren, seçen, çeviren de yine Batı dünyası. Bizler de, bir III. Dünya edebiyatını bu çevirilerin çevirilerinden izliyoruz. Kısacası, bu Batı denen dünya, sistemi gereği, kendi pazarını da yaratıyor; o pazarda kullanabildiği oranda romanı diriltiyor, yoksa öldürüyor. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.100 – (Fransa'da ortaya çıkan Yeni Roman anlayışından bahsediyor.) (...)bu yeni akım, I. Dünya Savaşı sonrası gelen akımların ucundan kıyısından yine de bağlı kaldığı klasik roman anlayışının dışına çıkıyor. Karşısına geçiyor, demeyeceğim; onu çoğaltmaya yanaşmıyor. Onu, ondan kendine kattıklarıyla köklü bir değişime uğratmayı amaçlıyor. Çünkü, özellikle Hiroşima'da atom bombasının patlatılmasından sonra, Avrupa küçük burjuva aydını, bireyi bir nesne gibi algılamış, onu çevreden yalıtarak kendi içindeki gizilgüçle başbaşa bırakmış, bunun da anlatı biçimini geliştirmiştir. Yönlendirilmesinde ve yönetilmesinde kendisinin payı bulunmadığı bir dış dünyayı reddeder. Ne yönetenlerle, ne yönetilenlerle bir uzlaşmaya girmek ister. Böylece, bu sınırlı "Roman öldü mü, ölüyor mu?" tartışmasında, yaşlının uzlaşmasız gence, geleneğin yeniye, en hafifinden kuşkuyla bakması sözkonusu. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.102 – Roman denince sorun, içdökme,özyaşam öyküsü, bilinenin yeniden söylenmesi ise, bütün roman tarihi bunlarla dolu. Anladığıma göre romanımız şimdi belki bir üst düzeyde, ama yine konu, malzeme açılarından ele alınıyor. Bu konu, malzeme romanlarımızda nasıl bir gerçekliğe dönüştürülmüş/dönüştürülememiş; buna acaba Joyce'un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'ne ya da Mann'ın Venedik'te Ölüm'üne yaklaşır gibi, küçümsemeyi ve güvensizliği bir an için olsun yenerek yaklaşmayı denedik mi? Pek ender. Yabancı bir romanın çeviri diline gösterilen titiz ilgi, kendi romanımızdan sakınılmıyor mu acaba? (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.103 – Şimdi kaset hikaye çıktı. Pek yakında herhalde kaset romanlar da çıkacak. Bir romanı bize kendi sesimiz değil, başka bir ses okuyacak. Böylece, bu kez de kaset romanın insanı, kaset romanın getirdiği sesin anlatımı üstüne sorgulayacağız. (Romanın Ölümü Dirimi, 1982)

s.105 – Benim ülkemde, benim insanlarım, çoğunlukla kişinin yaşamdan edinilmiş kendi bilgisine bile inanmıyor, ona kuşkuyla bakıyorlardı. Toplumun, ta Tanzimat'la Batılılaşmaya adaylığını koymasından sonra olmuştu bu herhalde. İşte ağrım, bu ağrı. Birbirimizi sürekli denetim altında tutuyorduk. Karşımızdakinin nasıl olsa bir "yanlış", bir "çürüklük" yapacağından çok emin yaşıyorduk. Sanki, kişiliği ezilmiş, kendine güveni sıfıra inmiş, her an, her şeyde "yanlış yapan" insanlar ne kadar çoğalırsa, o kadar iyiydi. ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.106 – (Yaşar Kemal'den alıntı) "... Eski, bellenmiş tekniklerle karşılaştığım yeni ekonomik, sosyolojik, psikolojik biçimleri, içinde bulunduğum, yaşadığım insanları anlatamıyorum. Bunlar beni yeni bir tekniğe, yeni bir anlatışa zorluyor. Eğer yeni gelişmeler, insanların karşılaştıkları yeni olanaklar romancıları yeni dünyalar araştırmaya itiyorsa, bu, edebiyat için bulunmaz bir şeydir. Bellenmiş romanı aşmak bir zorunluluktur." ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.107 – Gerikalmışlık, kendi dışında "suçlu" arayıp durmak değilse, başka ne? ("Bellenmişi Aşmak", 1982)

s.116 – 'à part': Oyuncu başını usulca yana çevirir, karşısındakinin işitemeyeceği varsayılarak, izleyicinin ise mutlak işitebileceği bir biçimde söylenir söylenecek olan. (İki Nokta Üstüste, 1983)

s.119 – Yazar, her yazdığını her istediği zaman, kolayca yayımlatamıyor. Yayımlatabilirse ve salt yayımlattığı ile geçinmek isterse, o zaman da durmadan yazması ve yayımlatması gerekiyor. Aynı neden: Türkiye'de kitap alıcısı sınırlı. Tek ya da iki kitap, iyi satsa bile, kimseyi geçindirmiyor. Durmadan üretmek zorunda kalan yazar da, yaratıcılığında yine özgür kalamıyor. Kendini aşamıyor, yineliyor. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.121 - 'Yazarımız' sözcüğü, genel görünüme bakınca, bugün benim için yazarlıkla ilgili herhangi bir anlama gelmiyor. Gözümün önünde, bildiğim o aydınlık yüz, yazarlık değerleriyle yüklü o tek resim değil canlanan. İnsanlık, aşk, tutku, kültür, evet kültür, kültür emperyalizmi, evet kültür emperyalizmi, özgürlük, eşitlik, vbg., düşünmeden, derinine inmeden,olur olmaz kullandığımız her kavram gibi, içi boş bir sözcükten ibaret benim için bu 'yazarımız' sözcüğü. Gerçekten, kimdir bu 'yazarımız'? (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.123 - (...) Marquez şunu söylemek istiyor: Yazarın sorunu, yaratının sorunlarıdır. Yazarken yayımlanmayı düşünmez o. yayımlanmak için yazmaz. Ne de kitabının nerede, nasıl basılacağı, kimler tarafından nasıl okunacağı üstüne bir kaygısı vardır. Onun ilk ve son kaygısı, yazdığı kitaptır. Bundan ötesi okurun sorunudur. Özetle, okur yazarını kendisi arar bulur. Onu yaşatmak da, öldürmek de, yüceltmek de, silmek de onun elinde. Okur sorunu çözülmeden yazar sorunları (o kötü koşullar) ortadan kalkamaz. Okurun durumu iyileşmeden, yazarın durumu iyileşemez. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.124 – Sürekli metin denemeleri yapan genç bir arkadaşım bana; “Ben iyi bir okur olmak için yazıyorum,” dedi. (Yazarımızın Bugünkü Durumu ve Okur Olmanın Önemi, 1983)

s.131 – Çocukluğumda annem beni komşu gezmelerine, eş-dost ziyaretlerine götürmezdi. Zaten kendisi de pek fazla konu komşu gezmezdi. (...) Annemin beni de götürdüğü kadınlararası toplantı günleri, roman okuma günleriydi. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.132 – Gerçekte ben kendi kendime, bir romanın parçalarını yazarın sesinden dinlemek, huzurunda dinlemek, değilse bir yorumcudan dinlemek, bu toplantılara katılan okura ne kazandıracak? diye sorup duruyordum. (...) Okunan parçalar ardından inceden inceye sorgulamalar başlıyor. Bu arada siz de, bu izleyicinin, karşılaştığı yazar ve onun yazdıkları üstüne elden geldiğince ön bilgilerle donanmış olduğunu görüyorsunuz. Okuma/dinleme günlerinin izleyicisi bütün bunları yapmadıkça, ilgilendiği yazarla sanki hiçbir yolculuğa çıkmayacaktır. Onun bir yazar karşısındaki tavrı, hemens. hemen, yöresel seçimler sırasında adaylar karşısındaki tavrı...

Kısacası, Batı'da roman nasıl ekinsel bir birikimin sonucu, bir gelenekse, roman okumadan öte, onu dinlemek, yazarıyla tartışmak da ekinsel birikimin sonucu. Roman geleneğinin doğal bir uzantısı. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.133 – Ülkemizde roman gelenekleşti mi acaba? Gelenekleşti ise, 1935-40'lar arası küçük bir ilçede tanık olunan okuma günlerinin sürekliliği nerede? Topluca okumanın? Etkilenimler de süreklilik istiyor. (Topluca Dinleme Geleneği, 1983)

s.134 - (...) kimi sanatçılar, yazarlar, pazarla ilişkiye çarpıtılarak sokulmaktan kaçınmak için kendilerine sağlam korunaklar seçerler. Bazen o denli saklanırlar ki, pazarın günlük kullanım malı olmaktan kurtulayım derken, insanla ilişkiden de uzak kalırlar. Kuşkusuz bu, sanatçının, yazarın, “sanatın, edebiyatın yalnızca toplumsal bir işlevi olduğu zaman sanat ve edebiyat olacağı” görüşüne katılmamasından da doğabilir. Ama acaba böyle bir işlevi yadsımanın temelinde yatan da, pazar ilişkilerinden korunabilme isteği değil mi? Ancak ne kadar savaşımsız bir 'korunma', kısacası kaçış! (“Edeplice Erotik”, 1983)

s.135 – Sanat ve edebiyat tarihi, pazar tarafından günübirlik tüketilmeden de insanla ilişkiyi sağlayabilmiş örneklerle dolu. Ama bu örnekler çoğunlukla resim, tiyatro, şiir alanlarında görülüyor. Kuşkusuz müzikte de. Çünkü, sanatın bu türleri, tüketim toplumları ortaya çıkmadan da vardı; pazar ilişkileri sanat yapıtlarını da 'şeyleştirme' işlemine girişene dek, kendi yerlerine, kendileri olarak sağlamca yerleşmiş bulunuyorlardı. Bugünün pazarı Hamlet'i çarpıtsa çarpıtsa ne kadar çarpıtabilir? (“Edeplice Erotik”, 1983)

s.141 – Gençtim. Yeni ufuklar arıyor, insanlarla daha geniş, canlı ilişkiler kurmak istiyordum. Gelenek buna izin vermiyordu. İçinde yaşadığım bu değişik sürgün alanı bana Kafka'nın sürgünlüğünü anlamayı bile yasaklıyordu. Duygularımı ve düşüncelerimi apaçık paylaşabileceğim bir dostum olmasını isterdim. Hem de onun erkek olmasını isterdim. Ondan yoksundum. Böylece, Milena'ya Mektuplar'ın derinlerinde yatan parçalanmış, korkulu dünyayı bile kendi gerçeğimli bağıntılı biçimde algılayamamam da kendi gözümde neredeyse doğallaşmıştı. (...) Büyük bir çocuksulukla itiraf edeyim ki, Milena gibi bir dostu, bir sevgilisi -her şeyi- olan kişi, neden kendini korkulu bir yalnızlıkta duyar acaba? diye düşünmüştüm. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Sanki bireyin dış etkenlerden bütünüyle bağımsız bir iç varlığı olabilirmiş gibi... (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Çoğu kez bizden uzak olanı bütün insanlardan uzak sanırız. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Sonraları düşüncelerimi açabildiğim yığınla Milena'm oldu, benim ülkemin kendine has Kafka'ları da oldu; yine de geçmişte yaşadığım yalnızlıkların bin beterini yaşadım. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.142 – Karanlık bizdeyse, Kafka'yı karanlık ve anlaşılmaz bulmamız kaçınılmazdır. Bununla birlikte kıyısından köşesinden yaklaşırız: Çelişkileri salt geleneklerin, törenin, eğitimin bir sonucu saymışızdır. Hacıyla hocayla, ekmek kavgası peşindeki babamızla, çocuklarını doyurmaya, yıkayıp paklamaya savaşan anamızla itişip kakışmışızdır. Onların da aynı karanlık koşulların birer ürünü olduklarını görememişizdir. Böyle olunca, Kafka'nın babasıyla çatışmasını severiz, onu onaylarız. Eh işte, bir tek bu açıdan onu kendimize yakın bulmaktayızdır. Ama Joseph K.? O kimdir? Bizimle ilgisi nedir? Hayatımızda neyin yanıtıdır? Bunu hemen bulup çıkaramayız. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.144 – oysa bugün, II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin çizmeleri altında ezilmiş, fırınlarda yakılmış insanlar, İsrail Devleti'ni kurar kurmaz Filistin'de toplu kıyımları kararlaştırıyor ve gerçekleştiriyorlar. Bundan hepimizin haberi var. Roger Garaudy de yakın bir tanıklıkla bildiriyor: “...Suikastler: 1972'de Golda Meir'in emriyle Mossad (İsrail Gizli Servisi) yabancı ülkelerdeki Filistin direniş örgütünün liderlerini öldürdü.” Deir Yasin köyünde, aralarında çocukların, kadınların, yaşlıların da bulunduğu yüzlerce kişi toplu kıyıma uğradı. Peki, dünün gerçeği nerede?kırk yıl öncesinin gerçeği, bugün ne durumda?bu toplu kıyımlara karşı olması gereken İran ve Irak birbiriyle çarpışmakta. Suriye ile Filistinliler birbirini öldürüyor. Lübnan, kendi içinde birbirine kıyıyor. Filistinliler de kendi içinde birbirleriyle çarpışıyorlar. Yıllardır bu Müslümanların liderliğini yüklenen Mısır ise İsrail'le flört durumunda. Ama acaba Suriye'de Suriye mi dövüşüyor? Yedi bin Sovyet uzmanına karşı ABD uçakları Suriye topraklarına bombalar bırakıyor. Gerçek nerede? İnsanları insanlar mı yönetiyor, çıkarlar mı? Ama gerçeklik günümüzde insanın kendine bu kadar yabancılaştırıldığı bir mercekten görülebiliyorsa, Kafka'nın dünyasının özelliği, özenelliği, 'marazi'liği nerede? Deir Yasin'de olup bitenleri TV'den seyretseydi, Bir Savaşın Başlangıcı'nı o kadar soğukkanlı yazamazdı herhalde. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.144 – Kafka neden toplumsal gerçekçi olduklarını önesüren kimi yöneticiler, eleştirmenler, estetikçiler tarafından reddedilmek istenmiştir? (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.145 – Marx'ın yorumlanmasındaki çeşitlilikler neredeyse onun gerçekçilik üstüne görüşlerini -gerçeğin değişken, koşullara göre yeniden elde edilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir şey olduğu gerçeğini* bile unutturur görünmüştür. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.146 – Kapitalist dünyanın yarattığı korku, öznel bir korku, küçükburjuvanın korkusu ise, savaş silahları üretiminde çalışan işçinin savaştan korkusu neyin göstergesidir? O da mı bir çarpıklığın korkusu, yoksa çelişkilerdeki değişimin mi? (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.147 – Hiroşima'da patlayan bombanın seyircileriyiz. Deir Yasin köyünde olanların seyircileriyiz. Şili'de olanları önleyemedik. Terör olaylarının tedirgin, sancılı seyircileriyiz. Bankalar faizleri yükseltiyor, faizleri düşürüyor. Silah ticareti günümüzün en örgütlü ticareti durumunda. Sonra bembeyaz kotraları, meleksi gülüşleriyle kıyılarımızdan bize bakıyorlar. Bizler onlara bakıyoruz. Sattıkları silahlarla darmaduman edilecek evlerimizi, eşyalarımızı gösteriyoruz onlara; satışlardan payımıza ne düştüyse onları, gururla... Yükselttiğimiz her ses ustalıkla kısılıyor, susturuluyor. (Günümüz Gerçekliği ve Kafka, 1984)

s.155 – Barış, gerçekten belalı bir konu. Her şeyi unutacak mıyızı? Neyi unutacağız, neyi unutmayacağız? İşkence gören, işkenceyi unutamaz. Unutmasın da. Ama gördüğü işkencenin acısını başkasından çıkarsın diye değil, başkasına işkence etmek, acı çektirmek elinden gelmesin diye... (Notlarımdan, 1986)

s.156 – Ülkenin yöneticileri o kadar uzakta, o denli soyut durumdalar ki, halk onların elinden somutta bir dilim ekmek almadığı için, sert eleştirilerin haklılığına kolayca inanabilir, hatta, yüzyüze gelmeme koşuluyla, onlara küfür edebilir. Ama kasaba ileri gelenleri, işte şu anda kendilerine birer torba mısır dağırmaktadır. Onların şimdide, somutlukta görünmeyen ihanetlerine kim inanır? Kim inanır, kasabanın bütün çocukları ölmedikçe, içilen suyun mikroplu olduğuna? (Notlarımdan, 1986)

s.159 – Gerçekte Adalet Ağaoğlu'nun roman coğrafyasında dolanıp durmasından hoşnuttum. Keyifli bir oyundu benim için. Öyleyse, yadırganır olmaktan çekindim. Öyleyse, yazarken sandığım kadar da özgür duymuyormuşum kendimi. (Notlarımdan, 1986)