16 Şubat 2017

Kitap: Damla Damla Günler (Adalet Ağaoğlu)

Alkım Yayınevi
Birinci Baskı, 2004

         27 Mayıs'ın bir zamanlar tatil olduğunu Kültür Bakanlığı'nın 1971'de kurulduğunu öğrendiğim kitap. Adalet Ağaoğlu'nun günlüklerinden 1969-1977 kısmının yer aldığı kitap. Altını çizdiğim yerleri buraya aktarıyorum. Bir kitap için yapılacak en anlamsız iş olabilir bu yaptığım ama bi şekilde bana iyi geliyor. Bir sonraki yazıda da yine Ağaoğlu'nun Geçerken'inden notları yer alacak. Şimdilik buralarda dursunlar. Yazarın roman serisinin ilk iki kitabı yarın yola çıkıp ulaşacak elime. Parçalar birleşecek.

s.56 – Hani sanki memlekette CHP aradan çıksa, ortada kala kala akla kara, sağla sol kalsa bulanıklıklar açılabilir, çaresizliğin yeri çare olur çıkar gibilerden, salakça konformist bir düşünce geçiverdi aklımdan. (Eylül 1969)

s.57 – Söylentiler bize göre değilse de, aileyi yaz tatili yapmak üzere Alanya Alaaddin Motel'e yerleşmiş görünce bütçesini düzelttiğini, bizim de cepteki son maaşların suyunu çektiğini düşünmüş, Durand Bulvarı'nın çok sevildiğinden bahsedilirken: “Benim çeviri hakkımdan bir 500 TL versen iyi olur” diyebilmiştim. “Yok ki” yanıtı aldım. Karısı da o sırada Halime'e araba almak istediklerini, hangi markadan almalarının iyi olacağını sormasın mı? (Eylül 1969)

s.63 – Güner, bugün genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un Hasret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç. İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın Doğu bakışı.) (Ekim1969)

Bir yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson; Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek her zaman devrimcidir, dediğini biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak, bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak gerek. (Ekim1969)

s.64 – Türkiye'nin Kalbi Ankara filmini iki yıl önce görmüştüm. Hem de elin kültür merkezlerinden birinde. Vakti zamanında Sovyetlere çektirilmiş iyi bir dokümanter. Kurtuluştan sonraki ilk 10 yılın öyküsü ve haritası. Kuşkusuz Cumhuriyet'in 10. yılında o zamana kadar yapılanları dünyaya tanıtmak, TC'yi başta halk, yabancıların gözüne sokmak amacıyla çektirilmiş bir film. Hem canım, bu film Mustafa Kemal Atatürk'ün isteği üzerine onun onayıyla çekilmiş bir film değil mi? Nazım Hikmet'e öyle yapıldı: Şimdi Mustafa Kemal'e de böyle mi yapılmak isteniyor. Kurucusu bulunduğu CHP'nin gözündeki Atatürk buymuş demek: “Kimseye göstermeyin yaptırdığı şu 10. yıl tören filmini!” (Ekim-Kasım 1969)

s.79 – “Sizin gibi hayatını tek yumurtalıkla geçirmeye mahkum bir kadının radyo yayınları başkanlığından bu memlekete ne hayır gelir” benzeri provakatör laflar... (Şubat 1970)

s.81 – “Projeler çok değerli, yayınlarda bu önerilerinizin gözönünde tutulması elbette çok gerekli sayın konuklar, fakat acaba, özellikle Güneydoğu illerinin radyo yayınlarını hangi dilde yapmalıyız? Herhalde Kürtçe değil mi? Oraları hep sınırın öteki yakasındaki Kürtçe Barzani falan yayınlarını dinlemekteler de” diye sormak cehaletini gösterdim. Elbette yine gayr-ı muhatap oldum. Nedense, Kürtçe lafının bile yasak olduğu aklıma gelmemişti... Başkanlığa tayinim üstüne tebrik ziyaretime ilk gelenlerin reklamcılarla en kibarından üniformalı iki binbaşı olduğunu unutmasaydım bari... (Mart 1970)

s.108 – Devrimcilik, toplumculuk, sanat, sanatçılar... hepsinin bu derece yozlaşmış olabileceğine inanamıyorum. İnsanlığını zaten yitirmiş tutuculardan, tek hedefleri çıkarları olan sağcılardan sözetmiyorum. (Eylül 1970)

s.109 – Bu 1970 yılı boydan boya bir ölüler yılı oldu. Maddi ve manevi anlamda kayıplar yılı. Orhan Kemal öldü. Sermet Çağan öldü. Refik Ahmet Sevengil öldü. Gençler, öğrenciler öldü. Vurulanlar, kaybolanlar ve benim açımdan sağken ölmüş bulunanlar... Cahilleri çarçabuk doyuma ulaştıran sloganlardan bezginim. (Eylül 1970)

s.109 – 3 Ekimde AST'da yapılan basın toplantısı bana 'emperyalistlikle işbirlikçilik' manzarasını ayan beyan göstermiş oldu. Hani “Güner Sümer 'patronla' elele oldu, bize tek kuruş koklatmıyorlar” deniyordu? 'Milli Sermaye' böyle kurulacaksa kurulmasın gitsin, daha iyi. Ahh, Mao'nun kırmızı kitabını kutsal kitap sayan 'veriliye' muhalif kardeşlerim ahhh! Evrensel değerleri de göz kapamadan yakıp yıkanların aydınlık (!) neferleri ahhh! (Ekim 1970)

s.110 – Bu da benim kendimi aşamadığıma en güzel örnek. İçin için: Olur mu canım, hem Çatıdaki Çatlak gibi bir oyun yaz, oynansın -1964-65,- hem de kalk orda yüzleri üretim dünyasında hiç görünmeyen fakat 'halkına' “gönlümüz sizinledir” telgrafları çekenler sınıfı kadınlarından biri ol. Halim Adana'dan dönünce: “Gitmediğin için ayıp ettin” diyecek, eminim. “Zaten ayıp olmasın diye öldük hakim bey” dedirttiydim Evcilik Oyunu'nun kahramanlarından KADIN olanına. (Ekim 1970)

s.112 – Proleter devrimciler, 'Sanat politikanın emrindedir” diyorlar. Bense sanat, sanatçının devrimidir; onun 'o olması' politikasıdır, diyorum. Bu yüzden 'dostlarla' daha çok kavgalar vereceğiz. Hiçbir 'izm'in boyunduruğuna girme hevesinde değilim, 'kendim' olabilme arayışının yollarındayım. (Ekim 1970)

s.118 – Epeydir yapmadığım şey: Evi temizleyip süslemeye koyuldum. (...) Fakat şu krem ipekliden zambak işlemeli örtüyü yemek örtüsü olarak 'sanatçı dostlar'ın baskınlarından birinde kullanabilirim. Evlerinin her yanını kilimler, tahta kaşıklar, patates basması yazmalar ve işlemeli yün çoraplarla donatmaları beni sinirlendirmeye başladı. Eyüpoğlu'ların birer deniz 'Reis'i lakabıyla köy sanatına sahip çıkma ekollerine heveskar bulunanlara işte bu Osmanlı dokuması örtü farklı bir yanıt olsun. (Aralık 1970)

s.119 – (Ruhsal ve fiziksel çöküntü.) Bütün gece TRT'deki rezaletleri sayıp dökmenin yanısıra Pir Sultan Abdal çalındı, söylendi, ardından içimizden biri: “Şşışşt! Susun gülmeyin, dinleyin, saygısızlığa lüzum yok!” dedi diye intiharı düşünür mü insan? (Aralık 1970)

s.120 – Simone de Beauvoir'ın Kadın'ını okudum: Bağımsızlığa Doğru. Bağımsızlık gelecek; geldi bile: Yeni bağımlılıklarla. Fransızın küçük burjuva aydını Simone, Sartre'la elele kolkola... Ne kadar bağımsız! Onun kitabındaki ölçülerle tartılamaz bizim 'bağımsızlığa doğru' verdiğimiz omuzlar. Uzatma Adalet, hadi sen git kendi Aysel'inle hesaplaş. (Aralık 1970)

s.121 – Hep kadının özgürleşmesinin erkeği özgürleştireceğini düşündüm. Erkeği 'kendinden kurtarmadan' bize kurtuluş yok. Bugün, bir kavganın tam orta yerinde durdum. Durdum. Geri gitmiyorum, ama ileri de gitmiyorum. Yeni adımlar için çok düşünür oldum. Yoruldum mu, yoksa daha mı bilinçliyim?

Öyle çok şeye inandık ki, gele gele inançsızlığın tam göbeğine düştük galiba. Machiavel'in Prens'inin yakasına yağışmanın tam zamanı. Nerdeyse on yıl oldu okuyalı. “Her şey güçlüden yana” manasını tam dört asır önceden kıvırdığı için fellik fellik kaçtım ondan. Dönüp yeniden okusam, kaldırabilir miyim acaba? (Aralık 1970)

s.127 – Olabilir mi, her şeye kör ve sağır kalınabilir mi? Bizim kuşak, gerçek mutluluğun mutsuzluğu olduğunu öğreniyor. Öfkeyi ne biler artık, onu ne, nasıl diriltip şahlandırır? Çaresizliğin altından ancak öfkeyle kalkabiliriz? (Ocak 1971)
s.132 – İşte şimdi ben de, bir odanın içine yangelmiş, bugünün gençliğinde, öğrencilerinde at koşturuyormuş gibi yapmanın heyecanı ile sorumluluktan doğma inancın enginliğini içiçe geçmiş-birleşmiş görmekteyim. Daha yorulmadan tuzağa düşürülmelerinden korkuyorum. Anlık acemilikleri sevimlidir; severek anlaşılabilirler belki. Henüz yeni bıraktılar tahta atlarını, değnekten kılıçlarını kırmadan... (Ocak 1971)

s.133 – Ankara günlerdir çalkalanıyor. Basın, hele TRT muhabirleri nerdeyse birer polis hafiyesi konumundalar. İş Bankası Emek Şubesi'ni Deniz Gezmiş'le Yusuf Aslan'ın soyduğu söyleniyor. Canım, Amerikan filmleri kahramanı değil herhalde onlar. MİT ajanları da boş durmuyorlardır ha? Bu kimin, neye hazırlığı. Ah ortada yaptığı ettiği apaçık bir devlet olsaydı!.. (Ocak 1971)

s.134 – Gece, yani Cumartesi gecesi Mümtaz Soysal'ın dairesi önünde bomba patlamış. Dinamit belki. (...) Olan biten, her şey iyice sarpa sarmış durumda. Polis mi, MİT mi? Ülkü Ocakları var üstelik. (Ocak 1971)

s.136 – Yataktan şarkılar söyleyerek kalktım. Halim de bu işe pek sevindi. Hem de Ayhan'ımızın doğum günü bugün. Babaevine gidilecek. Yer-içeriz; yer-içeriz. Annemin Halim'i kendine aşık eden yemekleri; Fuat'a 'Hacı' diye seslenen babamızla 'atışmalarımız' ve tabi atıştırmalarımız: İşte Hayat! Buna şimdilerde korunmuş küçük burjuva hayatı diyorlar.

Sanki Karl Marx bunun büyüğündenmiş gibi... Küçük burjuvalık iyidir; iki arada bir derede, sürekli sınırdadır. Arayışa, dolayısıyla yaratıya açık bir hal... (Şubat 1971)

s.138 – -Tarihi bütün gerçeğiyle bilebilmek için bireyin iç tarihinin bütün dönemeçlerini, her anını da içimizle yaşamış olmak gerekiyor.- Bu da Türkün Ateşle İmtihanı'nı yeni baştan okumamdan doğma en taze yumurtam...

Tarihçiler, anı yazarları geçmişi bilgilerimize sunarken ne ölçüde objektif olabilirler? Acaba ne ölçüde kişisel duygu ve düşüncelerinden sıyrılabilmektedirler. Belgeler, denebilir tabii. Belgelerin verdiği ışıkta görülenler. Peki, belgelerin de belgelenmesi gerekmez mi? Ismarlanmış tarihler, zorla yazdırılmış raporlar ya da 'göze girmek üzre' adamına göre uydurulmuş istatistikler her zaman gerçeklerin belgesi midir? Mesela şu son iki yılımızı, 1970'lerden buyana akan zamanı gelecekte değerlendirecek olanlar için yığınla belge var, ama biz, bu zamanın taiçinde yaşamış olanlar, bu belgelerin egemen elllerce hasıl kendilerine yabancılaştırıldığının tanıklarıyız ama, yarına tanıklık edebilecek değiliz. (Şubat 1971)

s.139 – Kozalarını kendileri öre öre ipekböceği haline gelmiş 'özel mülklerinin koruyucusu' kadınlar Kozalarını delebilseler, kelebek olup uçacaklar... (Şubat 1971)

s.142 – Halim, iki gündür kapkaranlık. Bugün açıkladı. Yeni işinde de sağın baskısı. Öyle şeyler oluyormuş ki, bunları göre göre çalışmak onuruna dokunuyormuş. Kargaşayı değerlendirmekte güçlük çekiyoruz. Her şeyin mümkün olabileceği bir dönem. Bir gerilla savaşı, iç savaş ya da cuntanın egemenlik hazırlığı... gençlerin yalnız başlarına, sağda solda yokedilip gitmesinden korkuyorum. (Şubat 1971)

s.143 – Ayla (Algan) spor salonunda “Dünyanın Bütün Kadınları Birleşiniz!” programında söyledi şarkısını. İşçilere nazire ama, kendime bu ırk ayrımı gibi bir ayrımdan hoşlanmadığımı itiraf ettim. İnsanın özgürlüğü, dolayısıyla bütünleşmesi için dayanışmaya daha yakınlık duyuyorum. Erkeğin erkekliğine tutsaklığı gibi bir sorun da olmasa kadın, Simone de Beauvoir'ın Le Deuxieme Sexe'ine konu teşkil etmeyebilirdi. Yine de, tez tezdir. Karşısına bir inceleme kitabı koymadan konuşmam boştur. (Mart1971)

s.145 – Nihat Erim kabinesi parlamentodan güven oyu alacak mı, almayacak mı? Süngünün ucunu görünce tası tarağı toplayıp dört bir yana kaçanlar sanki yavaş yavaş ayılmaya başladılar. Erim hükümeti güven oyu alsa ne olur, almasa ne olur? Göstermelik bir parlamento sanki yeniden 'varmışa' getirilmek isteniyor. Üretimsiz devlet adamlığı; tükenmez maaşlar, uslu uysal çocuklar. Cumhuriyet'in en iyi başardığı sıtma savaşının ardında başardığı şey bu işte: Devlet babaya karşı başı kıldan ince uysal çocuklar yetiştirmiş olmak. Çıktık açık alın'sız yetiştik. Ölümüyle yani hayatıyla hesaplaşan otel odasındaki kadının romanı. Bu kuşak adına tek teselli noktası Bülent Ecevit; o sessizce inatlaşan çocuk. (Nisan 1971)

s.150 – İstedikleri kadar kışkırtsınlar, susacağım. Susun susun: Suskunluk korkutur faşizmi: Le Despotisme est un paradoxe=Despotluk akılsızlıktır, gülünçtür, saçmadır. Anlaşıldı mı? (Mayıs 1971)

s.152 – Menderes'in mezarından fırlayıp nihayet “Olmaaaz, yapmayın!” diye bağıracağını umuyorum. Bu ses İnönü Paşa'dan gelecek, lakin onu kim dinleyecek, bulamıyorum. Daha iki ay önce, memleketi herkesten çok sevenler ekibinden bazıları, hak hukuk diye yürüyen öğrenciler için: “Alacaksın bunları, bir ikisini sallandıracaksın, bu iş biter!” dilyenler değil herhalde. Umut bitmez. Toplum ses verir belki. (Mayıs 1971)

s.153 – Meclis'ten 'makabiline şamil' kanun çıkarılıyor. Dün, İlhan Selçuk'un Selimiye'de, askeri mahkemede ilk sorgusu yapıldı. (Askeri mahkemeymiş... Sanıklar sivil yahu!.. Heey!..) (Mayıs 1971)

s.155 – Bana böyle böyle 'ihbar maddeleri' döktüren önden varsaydığımız yargı sistemine güvensizliğim mi, yoksa varla yok arası toplum bilincine güvensizliğim mi, bilemiyorum. Hoş bu da zaten, tavuk mu yumurtadan, yumurta mu tavuktan, gibi bir mesele! Herhalde eline tek kurşunluk silah almamışların insan haklarının bu derece hiçsenmesi beni böyle yaptı. Sakin olalım. Çıldırmayalım. Leman gibi duralım. Kaniş köpeklerini Kuğulu Park'ta işetmeye çıkanlara sakın kötü gözle bakmayalım. (Mayıs 1971)

s.156 - (...) babamın 'hiç çaktırmadığı' telaşı, evdeki kitaplarımdan ötürü bana yönelik kaygıları içime dokunuyor. Kendisini avutma tarzı, sinek kovalar gibi bir korunma tarzı: Gülmemeye çalışıyorum:
“Kızım, sen solcu musun?” “Ne gibi baba?” “İşte öyle canım, diyorlar ya; sağcı-solcu. Solcu musun?” “Evet baba.” “Aaaa, yok canım, değilsin değilsin...” Başıma bir şey gelirse, inatçı huyumdan ötürü, değilse kitaplarım yüzünden gelecektir diye işkilleniyor olmalı. (Mayıs 1971)

s.157 – Deniz Gezmiş'ler, Sinan Cemgil'ler... Üstlerine yürüyen koca bir ordunun elde kılıç tek hedefi kurak yerde fışkırmış bu filizler... Sanki gençler ceplerini doldurmak, makam sahibi olmak falan için duydular başkaldırı ihtiyacını da... Üniversite yönetiminde söz sahibi olmak istek ve önerileri anlayışla karşılansaydı, bu önerilerinin anlamı bu kadar istismar edilebilir miydi? (Mayıs 1971)

s.158 – Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Alanya'dan tuttuğu bir motorla -yanında iki kişi daha- Kıbrıs'a geçmeyi, oradan da Suriye ya da Irak'a kaçmayı başardığı söyleniyor. Mihri Belli'den hiç haber yok. 'Proleter Aydınlıkçılar'ın bir grubundan da haber yok. Sıkıyönetim'in dili, asmakla, kesmekle, sosyalistlerin kökünü kazıyacağız'larla dolu. Yüzbaşıymış, binbaşıymış, generalmiş; sanki kelleyi koltuğa almışlar için bu rütbelerin bir anlamı kalmışmış gibi. Bu bir 'ihtilal'se, her şeyin anlamı tersine dönmüştür. Yarın değişimciler, bozuk sisteme karşı yürüyenler halk desteğiyle iktidar olurlarsa, omuzlardaki yıldızların ne anlamı kalacaktır? Sivil bir darbe olursa? Olursa, 'Stalincilikten', yaşanmış askeri darbelerden ders alınmış olarak olmalı, diyorum. Aydın aşkınlığına, toplum bilincinin olgunluğuna dayanarak olmuş olmalı... (Mayıs1971)

s.161 – Pazar gecesi Halim'le yanyana Ankara'ya döndük. Eş eşe, peşpeşe hayatımız tam 17 yıllık... Bu da her gün kendimizi biraz daha aşma talimi, yapmakla geçti. İkili birliktelik ancak böyle sürebiliyor. Yoksa herkes sadece tek'tir. Sevişmenin bir adı da dayanışma. Dayanışma ise, her bireyin kendini aşması yol ve yordamının bitmez tükenmez dilencisi. (Haziran 1971)

s.168 – Büyüdüm. Çocukluğum ancak kırkımdan sonra bitebildi: Kadın oldum. Evi terkedip üç dört günlüğüne bir otel odasına sığındığımdan beri eski sarsak, şaşkın, yıkıntıların ne olduğundan habersiz saf safalak biri değilim. Dayanıklıyım. (Temmuz 1971)

s.169 – Bodrum'lu olmuş bulunan İlhan Berk'imizden mektup aldım. İlhan benden aldığı mektupları öve öve bitiremiyor, nedense. Okurken kahkahalar savuruyormuş. “Sen bir günce tutsan, herhalde çok iyi bir şey yapmış olursun; 'büyük' bir yazarın güncesi olmalı” diyor. 'Büyük' diye dalgasını geçmeseydi, iki yıldır böyle bir şey yaptığımı bildirirdim; ama şimdi artık tabii bildirmeyeceğim. (Temmuz 1971)

s.170 – (Bekir Yıldız'dan bahsediyor.) Ona ben, pornografiden hiç hoşlanmadığım halde, edebiyat kanalında yazarlık nasıl olurmuş Henry Miller'in Seksus'unu oku da gör desem, beni asabilir. (Temmuz 1971)

s.170 – Dün gece rüyamda Aleksi Zorba ile karşı karşıya geldim. Kan ter içinde uyandım. Zorba, kara-kıllı ve kazma gibi kirli dişlerle korkutucu, üstüme üstüme geliyor; ben de “Yetiş Viva Zapata, yetiş Viva Zapata!” diye haykırabilmeye uğraşıyor, bir türlü haykıramıyor; kaçmaya çalışıyor, tek adım atamıyorum. Terliyim, perişanım, feci yorgun. (Temmuz 1971)

s.171 – İlk gün savcı uzun bir iddianame okumuştu. Deniz Gezmiş, İnan ve arkadaşlarının Anayasaya ve Parlamentoya kasdetmek niyeti taşıdıklarını söylüyor, bunun cezası idamdır, diyor. Gençler de sorgulanmalarında büzülüp kekelemeden inançlarından hiç sapmadıklarını, demokrat bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu adına bugün de aynıı fikirleri taşıdıklarını belirtiyor, Savcı'nın iddiasını reddederek: Eylemlerinin hiçbir şekilde Parlamentoyu reddetmek amacı taşımadığını söylüyorlar... Bir aydır 'hücre tutuklusu' onlar. Gazetelerde türlü işkencelere uğradıkları yazılıyor: Böyle neşriyatta bulunan kapatılıyor; çare kulaktan kulağa haberleşmeye kalıyor. (Temmuz 1971)

s.174 – Halil'le Güner'in hayalini kurdukları yeni bir tiyatroyu Haldun Taner İstanbul'da açtı. (Temmuz 1971)

s.175 – İçinde bulunduğumuz şartlar altında en doğal şeyin 'erkeklik'ten, 'yiğitlik'ten sayılması da azımsanacak sorunlardan değil. İşte, Yaşar'ın ardından Emil, Mamak'tan, Barış'ta çıkan yazım üstüne yazmış bana: “Burda İlhami, Mümtaz, Fakir oturduk, yazını birlikte okuduk ve bazı kadınların bazı erkeklerden daha erkek olduğuna karar verdik” diyor. (Eylül 1971)

s.183 – Gele gele geldik Elmas Fabrikası'na... Elmas işleyen işçiler. Bunalr artık mecburen ya ihtilal eyleyecekler, ya hırsız olacaklar: Aklıma başka bir şey gelmedi. (Kasım 1971)

s.191 – 'Notetmek' yazmak değil ki. 'Günlük tutmak' da, yazmak istediğini istediğin kıvamda yazamamak demek. Günlerin bu gününde de yumurtanın kabuğunu böyle bir gaga vuruşla delmiş olayım. (Temmuz 1972)

s.204 – İlk yayıyını Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı (Sinan Yayınları'ndan bahsediyor). Her yeni kitabı hemen okuduğumuz gibi, bunu da okumuş: “Ahh işte romanımız bellenmişin, birbirini tekrarın ötesinde böyle bir şey olmalı!” diye iç geçirmiştim. İç geçirdim, çünkü bunun benim ilk romandan önce yayınlanmasını hafifçe kıskandım. (Eylül 1971)

s.205 – Hayati'ye gittiğimde Oğuz Atay da çıkageldi. Tanıştık. Uzunboylu konuştuk. Basının ilgisizliğine karşı öfkelenmiş görünüyordu. (Eylül 1971)

s.206 – Ankara'da Sevgi Leyla'yı çekiştirir, İstanbul'da Leyla Sevgi'yi. Aman bu kadın hikayecilerin birbirlerinden nerdeyse nefreti! (Eylül 1971)

s.206 – Cezaevi'nden dönüşte eve kapandım. Toz pislik içinde her yan. Derleyip topladım. Halim'in kirli çorapları çok birikmiş. Bu iyi, bu kötü; şuna değmiş, buna değmemiş, diye diye ancak yarısını yıkayabildim. Ne olsa şantiye çalışanından mühendis çorapları bunlar. Adana'dan az sonra gelmesini bekliyorum. Kolayından biraz yemek, temiz ev, temiz çorap... Daha ne olsun? Romanımın kahramanına bu açıdan da baktım mı, o Cumhuriyet'in aydın kadınına? Baktım canım, baktım... Hani Üniversitedeki dersinden çıkınca eşinin sevdiği şeylerden alıp gelmiyor muydu eve? (Eylül 1971)

s.210 – 12 Mart'tan buyana insanların insanlık haklarına yapılan tecavüzlerin unutulmasından korkuyorum. 'Vatansever milletin' bu çağdışı tutumu olağan karşılamasından korkuyorum. Gemisini kurtaranın kaptan olmasından. (Kasım 1971)

s.211 – Türkiye'nin McCarthy'si diye tanınan T. Feyzioğlu, Ecevit'i 6 maddelik bildirisiyle dikta rejim sahiplerine jurnal ediyor. Atı çizgi çizgi boyayarak zebra diye satankardan değil mi o da, faşizmi yeni doğmuş temiz bebek, goncaları umut dolu gül gibi milletin kucağına uzatıyor. Millet de gözünü açacaksa açsın artık. Onun daha güzel yarınları adına kimler kendini kurban etmedi, kimler intiharın eşiğine kadar gelmedi? Bir ses olsun da bari vicdan borcu ödensin. Millet derin sularda boğulmak üzre olan insanın, kendisini hayata çekmeye çalışana da asıla asıla ikisini birlikte derin sularda yok eden cahillik korkağı sanki. Çıkardığı davetiye yüzüdnen ekmek parasından da oldu işte. (Ah şu Jandarma-muhtar korkusu aaahhh!) (Kasım 1971)

s.213 – (Çatıdaki Çatlak oyunundan bahsediyor.) Sansür yetmemiş, sağcı gazetelerden birinde de “Bu oyunun yazarı evde kalmış, erkeksizliği başına vurmuş bir kadındır. Piyeste 'orospu emekliliği' falan gibi laflar geçiyor; yüzüne kimsenin bakmaması başına vurmuş belli ki” gibi pek 'derinlikli' bir yazı patlatmıştır. O günler Ankaralı yazar arkadaşlardan çoğunun, kendiliklerinden direnişimin yanında yer almalarını unutamam. Unutulmamalı. “Hürriyet ne için satınalmak istiyor bu oyunu Ergun?””Kelebek ekinde fotoromanı yayınlanmak isteniyor abla.” Fena mı, halka yayılacağız işte. Fakat halkımızdan kaç tanesi gazete alıp okuyor acaba? Biz onun yanına ineceğimize o buyana çıksa, daha iyi olmaz mı? (Kasım1971)

s.215 – Uğur Alacakaptan 6 yıla, Uğur Mumcu 5 yıla mahkum edildi. Hemen yenibaştan tutuklandılar. Alacakaptan Mümtaz'ın avukatı. Onu savunamasın diye yapmışlardır bunu. (Aralık 1971)

s.216 – 'Yarına umutlu bakmak' edebiyatı da canımı sıkıyor artık.TÖS davasında Fakir ve arkadaşları 8-10 yıl arası yemişler. Gazeteler çoktan birer baykuş olup çıktı. Umut nerde? (Aralık 1971)

s.216 – Demek Cağaloğlu yayıncılarında önden rezervasyon yapmak gerekiyor. Ya da kuyruğa girip beklemek. Bol bol çeviri kitaplar yayınlanıyor; yerliye sıra geç geliyor belki. Halim, oyun yazarı olarak sırtta taşınırken romanla hesaplaşmaya kalkmama pek olumlu bakmıyordu. Haklıymış demek. (Aralık 1971)

s.218 – Her şey böyle sarsıcı değil canım. Mesela dün dergi A'da Ergin Günçe'nin 'Pi Sayısı ve Özgürlük' başlıklı yazısını okudum; çok çok sevdim. Düşüncenin bukadar iyi, bukadar derinlikli anlatılmış olması beni heyecanlandırdı. Erdal Öz'ün Güvercin adlı öyküsünde, anlattığı şeyden çok, anlatma biçimi rahatsız etti beni. Yapay, acemi, nasıl desem, şey işte, aşınmış, evet aşınmış bir üslup ve kurgu. Oldu, uygun söz tam bu: Aşınmışlık. (Ocak 1973)

s.219 – Ellerimizde kadehlerle kurtların tahtalarını kırt kırt kemirip durduğu eskinin eskisi berjer koltuklara yangelince, insanın kendini Amerikan 'home life'lı filmlerin başrolünde hissetmemesi mümkün değil!.. (Ocak 1973)

s.220- Köylüden halkımızla kaynaşamadık, İstanbul'dan yazarlıkla kaynaşıp kaynaşamayacağım ise muğlak. Sahi yahu, Cağaloğlu Ankara yazarını bir türlü ciddiye almamıştır. Ya Batı'dan, yani İstanbul'dan olacaksın, ya iyice Doğu'dan. (Ocak 1973)


s.221 – Zaten buluştuğumuzda da öteki kadınlardan tek farkımız, birbirine yemek tarifleri yapmak yerine, ne gibi bir şey yazmanın tasarlandığının anlatılması. Anlatan anlatana, ama ortada somut bir şey yok. (Ocak 1973)

s.226 - Oğuz Atay'la edebiyatımızın roman bölümü üstüne, geçmişten yarına açılan güzel bir sohbetimiz oldu. Tutunamayanlar'la benim yayınlanamayan roman arasında tuhaf bir benzerlik olduğuna da değindim. Bu ikimizin de resmi ideolojiyi ironik biçimde sorgulayışımızdı. Kendisine de açıkladığım gibi, Oğuz bu sorgulamayı yer yer oyun ve karnaval havasına taşıyarak da yapıyor; ironinin sınırlarını grotesk ya da ironi boyutlarına kadar rahatça genişletiyor. Kurgusundaki 'kimlik'lerin sözde değişimi yazarın bilincindeki kada; kahramanların hayalleri ve düşleri ya da -anlatıcısına bağlanabilecek soydan- kendi kendileriyle 'dalga geçmeleri' daha az. Sahnede seyrek görünen bir şey de kadın kahramanların iç dünyaları. Bütün 'erkek' yazarlarımızın hiç kadınsız edemezken, bir yandan da, için için ondan yaka silkmeleri... Bu, Atay'da da biraz farklı renkte, ama yine var. Tabii bunlar bir yazar-okur olarak benim ilk izlenimlerim. (...) Bendeki 'fark'ın ne olduğuna pek merak göstermedi. Onun o sıradaki büyük ve taze acısı, 'kritikler' tarafından romanına beklediği önem ve ilginin gösterilmemesinden doğma. Beni hala heyecanlandıran ise, resmi ideolojinin at gözlüğü takılmış biçimde tek yönlü rap-raplaşmasından duyulan tedirginliğin edebiyatımızda 'sivilciler çıkarmaya başlamış bulunması'. Sivilce iyidir. Hem 'sivil'dir, hem 'ce'dir; gözle görülmektedir ve gecikmeden tedaviyi gerektirir. (Şubat 1973)

s.228 – Şafak (Aydınlıkçılar) davası da başladı. Sistemin değişmesinden yana olanlar kendi aralarında dahi bir bütün olamadıklarına göre, Böl Yönet mekanizması iyi çalışmış demek, diye düşünmemek elde değil. (Şubat 1973)

s.230 – Bir gün her şey düzelebilir; rejim kurtulabilir; göstermelik 'demokrasi' geri gelmiş olabilir, ama gittikçe genelleşen ahlaki çöküntü, bilmiyorum artık kaç nesilde onarılabilir. (Mart 1973)

s.232 – Yazar olarak benim bunları düşünmeye 'mecbur' bırakılmış olmam ayrı bir sorun. Yazarken kendimi nasıl da 'kendini aşmış' duyuyordum; yayınlatma meselesi dert olup çıktı. İnceleme sonucunda kitap 'sakıncalı' bulunursa, bu yazara böyle açıklanmayacaktır herhalde. Nezaketen “Hernekadar ilgi çekici bir kitapsa da, yazık yayınlayamayacağız” denecek, “'Bu İŞ'de burada bitecektir. Oyun yazarı, diye iyilik sağlıkla dolu adımın kaale alınabileceğine birazcık güvenmek istiyorum ama, o da devrin Kültür Müsteşarı ağzından 'bu yazar evde kalmış, cinsel bunalım içinde çirkin bir kadındıré damgasıyla damgalanmış bulunmakta. İyi oldu da 'darbe oldu', bu da ordan yuvarlandı gitti işte, bile diyemiyorum. Bunların namına utanmaktan yorgunum. (Mart 1973)

s.234 – Demokrasisi olmazsa olsun, yeter ki 'Laik Cumhuriyet'e parmak ucuyla dahi dokunulmasın? Cumhurumuz büyüdü, şişmanladı, torun torba sahibi oldu; Meclis'in çatısı çatırdıyor, ailesinin geleceğini sivilinden uzman ellere bırakalım, ölçsünler-biçsinler... diyen falan olmasın, sakın haaa! (Mart 1973)


s.235 – Benim derdim, birbirinin tekrarı her şeyden uzak durmak. Kendimi bile tekrarlayamam ben. Arayış. Yaratının anlamı bu: Arayış. (Nisan 1973)

s.242 – (Dominique Lapierre'in kitabı Kudüs Ey Kudüs'ten bahsediyor.) Kafamda yepyeni sorular yaratıyor. Adları sık sık anılan Filistinliler, örgütler, Arap-Filistin çatışmaları yanısıra beni en fazla etkileyen bölüm, İsrail kurulmadan çok önce, ABD ve Almanya'dan gizlice gönderilen, denizden karaya da gizlice çıkarılan 'koli koli' montaja hazır silah fabrikası parçaları. İsrail, Filistin'e karşı varlığını sürdürmek için demek ta ne zamandan silah fabrikaları sahibi kılınmış? Hani burda çeşitli 'sol'cularımızın İsrail devletini 'Sosyalist-Komünist bir devlet kurulmuşçasına alkışladıkları, kendi adıma benim de Güneydoğumuzun derinlerinde emperyalizme karşı bir devletin varlığına sevinmiş bulunduğum İsrail. (Haziran 1973)

s.248 – Kentli heyecanı yanıltır. Burda görülen 'orda', ötede başka olabilir. (Ekim 1973)

s.254 – (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından alıntılıyor.) Sınıf çatışmasının daha da yoğunlaştığı günümüzün burjuva düzeninde sanat toplumsal düşüncelerden kopma, bireyi kendi umutsuz yabancılaşmasına doğru daha çok itme, güçsüz bir bencilliği kışkırtma ve gerçekliği, yanlış tanrıların büyü törenleriyle dolu aldatıcı bir efsaneye dönüştürme eğilimindedir. Günümüzün toplumcu düzeninde ise sanat belirli toplumsal gereklere uyma, açık seçik bir aydınlanma ve düşünce yayma aracı olma eğilimini göstermektedir. Ama üçüncü bir döneme varıldığında sanatın başlıca görevi ne büyü, ne de toplumu aydınlatma olacaktır. (Ocak-Mart 1974)

s. 254 - (Ernst Fischer'in Sanatın Gerekliliği kitabından alıntıya devam) Sanatçılık yaşantısı bir ayrıcalık değil, özgür ve çalışan insanın doğal bir niteliği olacaktır. Bir başka deyişle, 'toplumsal dehaya' kavuştuğumuz bir dönem olacaktır (...) (Ocak-Mart 1974)

s.255 – Sanatın insanı insan kılacağına, bu yüzden gerekliliğine elbette inanıyorum; insanı hayvandan ayıran tek şey, bu yaratıcılık. Yaratıcılığın yeryüzüne ateşi getirmek demeye geldiğini damarlarımda hissediyorum. Ama yaratısıyla 'Büyük Tanrı'yı kızdıran bir yaratıcının bunun borcunu ödemeye yargılı kılınmasına ne demeli? Taşı yukarı taşı, geri yuvarlansın. (...) Bu 'sabrın', bu 'sonsuz' katlanışın önümüze hümanizma elleriyle nerdeyse yepyeni bir büyük tanrı gibi öne sürülmesinden, bu 'katlanış simgesinin' mitleştirilmesinden hoşlanmıyorum.

Hoşlanmıyorsun çünkü, Prometheus'un üstünde 'Büyük Tanrı' buyruğu olmasaydı, ta başta şu 'küçük tanrı'katlanışı olmayacaktı. Taşı neden 'yenilmeme' gururuyla habire yukarı, dağın tepesine taşıma 'cezasına katlanılıyor' da 'Büyük Tanrı'yı aşağı indirip yoketme bilincine sahip olunamıyor? Üstelik sonuçta 'brand new' bir 'Büyük Güç' olacaksa? Zeus'un kellesini uçurmak gerekmez. 'Büyük Güç' kavramıyla kedinin fareyle oynaması gibi oynayarak üstün gücü hiçlemek yeter. Dokunulmaz kahramanlığı dokunulur kılmak yeter. (Ocak-Mart 1974)

s.259 – Bu rol değişimine ilk sebep: 'Kadın yazar' ünvanından dörtnala kaçmam. Üstelik her kadından hikaye, roman yazarının anakahramanı nerdeyse hep kendi cinsinden seçilme. Böylece, bu ünvana seve seve çanak tutulmasına karşı, hem de Aysel'i içi boşaltılmış bir kadın kahramanlar kadrosuna ilhak eyledikten sonra bu sefer 'erkek' cinsi üstünden genelin geneli 'insan'cinsi aleminde 'O'nu bu 'O' yapan etkenler pusulasıyla dolaşmak. Mademki sen, kapitalist ilişkilerin kendine yabancılaştırdığı insanoğlunu, onun bu parçalanışını kucaklamak istiyordun, kendini 'erkek yazar' türünde deneyebilirsin. Demek ki bu yolculuğa bir 'erkek gözü' uydurarak çıkacaksın (!) Ama hangi, nerde, nasıl bir erkek? (İpek ticareti yaptırdığım kadın çöp sepetini boyladı. Yerine sakal bıyık takınmış bir 'dublör' bulunamadı.) Bir şey lazım. Aydınlatıcı bir dürtü. Bir an. (Ocak-Mart 1974)

s.262 - Aktarmalı seferim boyunca yol haritası çıkarıyordum. Tabii Bayram'ımın haritasını da. Arada dokunulmamış-bakire Balkız'ın ırzına memleketin nerelerinde nasıl geçilirse 'iyi olur'u hesap ettim durdum. (Mayıs1974)

s.263 – Sahi, Virginia Woolf'un Türkçe'ye çevrilmiş bir kitabı var mı acaba? Olsa, bilmek için her şey yapılacağına göre, bilirdin canım! Hayret, bugüne kadar böyle bir şeye rastlamadım. Kızılay'a inip Remzi'ye sormalıyım. Mayıs1974)

s.271 – Hikaye kitabım Yüksek Gerilim çıktı. Umarım 'kadın öykü yazarları' mahallesinin kötü komşusu bana da düşman kesilmez. Son bir iki yıldır yeni yeni hikayeciler. Dergilerde her zaman varlar, ama bu sıralar çoğu kitaplanmış durumda. Çoğu çok taze. Yeni yaklaşımlar.

Ben Sevgi Soysal'ın Tutkulu Perçem'inde bu yeni esintiyi alnımda hissetmişimdir. Yeni Dergi'de Tank ve Çocuk öyküsü çıktığı zaman sarılıp öptüm onu. Öyküde hayli verimli bir dönem. Özellikle son iki üç yıldan beri. Füruzan da iyi. Çok da övülüyor, ama Sevgi'nin muziplikleri, dramın altındaki 'fiyesta' onda yok. Daha iyi. Herkes kendine mahsus. Tekrar yok. Çoğaltmacılık yok. Yine 'öykü'deyip duruyoru. Artık bende böyle yerleşti. Benim dilimde hikaye'nin yeri hala daha büyük ve sağlam. (Kasım 1974)

s.283 – Sovyetler'in Balkanlar'daki 'emperyalist istilası' beni onların 'sol Cumhuriye'lerinden soğutmuştur... (Aralık 1976)

s.284 – Lenin ödülü sahibi Kazak-Sovyet şairi Olcas Süleymonov'un kendilerinin Türkçe kökenli dillerinin Rusça altında kasten yokedildiği üstüne bir inceleme kitabı yazdı, diye ödülünün elinden alındığını bir yerlerde okumuştum. Çok irkiltici geldiydi bana. (...) ... ne olsa biz, siyasa adına göre göre siyasal baskılar, kitap toplanmalar, yasaklar filan görmüş bulunurkern, yukarda, Sosyalist Rejim Cumhuriyeti'nde öyle değildir sanıyorduk. (Aralık 1976)

s.289 – Yanımda benden bir kuşak öncesinin, Cumhuriyet'in ilk okumuş kadınlarından elektronik mühendisi Seniha Hanım da var. baktım, hıçkıra hıçkıra ağlamakta. “Neyiniz var Seniha Hanım?” “Atatürk'ün naşını Dolmabahçe'den uğurlarken hislerim neyse, öyleyim. Atatürk'e bağlılığımızın ifadesi de böyleydi. Onun yokluğunu duyuyorum yine. Halkı Mao'yu bu kadar seviyorsa, ben de seviyorum.” (Ocak 1977)

s.291 – Biz kadınlar, çarlık Rusyası üst tabaka kadınlarının kılık kıyafetleri, tuvaletleri, manşonlu mantoları, baş süsleri, çanta ve takıları çevresinde dönüp durmadan edemezdik. Öyle oldu. (Ocak 1977)

s.293 – (Ekber Babayev) Bir ara kulağıma eğilip: “Nazım tam zamanında öldü” dedi. Şaşkın bakışımdan anlamış olmalı, ekledi: “Yönetim kendisiyle uğraşmaya başlamıştı. Gözden düşmüştü.” Ne denir? Dilim tutuldu diyebilirsin. Gıkım çıkmadı. (Ocak 1977)

s.294 – Ekber ayrıntı veriyor: Nazım Hikmet kulakları delik kadınları severmiş. Bu deliklere küpe takanları... Anneleri, büyükanneleri hep öyle olduğu için. Memleketimin kadınları küpelerini hep delik kulaklara takarlardı deyince, Vera da delirmiş. (Ocak 1977)


s.296 – Köpeğin ağzından çıkmış eldiveni nereye koyacağımı şaşırmış durumdayım, ama tam 'canım Nazım'ın köpeğinin salyası, olsun varsın'diye bir teselli bulmuştum ki, Vera bu köpeği iki yıl önce aldığını söyledi. (...) Taptığımız bir sanatçının hayatından etkilenme falan değil, büyülenme buna denir işte! (Ocak 1977)